
Bazen diyorsun ki, “Bir şeyler gizli burada, bu oyun sır saklıyor.” İşte o zaman The Secrets of London çıkıyor karşına. Bir giriyorsun, karanlık sokaklar, gaz lambaları, eski haritalar… resmen Sherlock’un ayak izlerini takip ediyorsun.
Slotter’da denk geldim buna. “Hadi bakalım, Londra’nın sırları neymiş” diye daldım oyuna. Oyun başlar başlamaz sanki bir dedektif oldum. Her sembol, her dönüş bir ipucu gibi. Ve sen o ipuçlarını topladıkça… işler sarpa sarıyor ama güzel sarıyor.
Spin At, Gölgeden Çık!
Bu oyunun havası başka. Hani derler ya “Karanlıkta yürürken dikkat et, gölgeler konuşur”… burada gölgeler çarpan getiriyor. Semboller desen tam İngiliz usulü. Pipolu adam, harita, teleskop… hepsi hikâyeyi anlatıyor.
Ve Wild geldi mi? İşte orada ortalık şenleniyor. Birden Big Ben arka fonda çalmaya başlar gibi hissediyorsun. Bonus turlarıysa… “Ya şimdi yakaladım hırsızı” dedirten türden. Her spinde bir macera başlıyor. Ve sen ister istemez içine çekiliyorsun.
Slotter’da Dedektif Olmak da Varmış
Şimdi bak… Slotter bu oyunu getirince dedim “Londra’nın gece tarafını seviyorum galiba.” Çünkü oyun sadece kazandırmakla kalmıyor, bir karakter veriyor sana. Duygusu var. Yani sadece spin atmıyorsun, olay çözüyorsun.
Grafikler tok. Sesler alttan alta heyecan katıyor. Ve her dönüşte diyorsun ki, “Bu sefer buldum!” Bazen buluyorsun, bazen bir ipucu daha çıkıyor. Ama o arayış… o hissiyat, zaten oyunun en güzel tarafı.
Sislerin Ardındaki Kazanç
The Secrets of London seni sadece kazanca değil, atmosfere çekiyor. Sokak lambalarıyla aydınlanan yolda yürürken, bir çarpan sana göz kırpıyor. Ve içinden “Biraz daha gitsem, sonunda ne var acaba?” diyorsun.
Slotter bu hissi güzel veriyor. Oyun donmuyor, kasmıyor. Hikâyeyi kesintisiz yaşatıyor. Ve sen de bu hikâyenin başrolüsün. Her dönüşte yeni bir sır açığa çıkıyor gibi…